Transatlantik: ABD-İran görüşmeleri | Trump Çin'i hedef aldı | Ukrayna'da barış olacak mı?

16.04.2025 medyascope.tv

16 Nisan 2025’te medyascope.tv'de yaptığımız Transatlantik’i yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba iyi günler. Transatlantik’le karşınızdayız. Bu hafta Gönül Tol olamıyor. Ömer Taşpınar’la birlikte dünyayı konuşacağız. Ömer merhaba.
Ömer Taşpınar: Merhaba Ruşen, iyi yayınlar.

Ruşen Çakır: Körfez’den tek parça olarak dönmüşsün Amerika Birleşik Devletleri’ne. Geçmiş olsun diyelim. Önce şu ekonomi meselesiyle konuşmaya başlayalım. Tarifeler meselesi karman çorman bir şey oldu. Trump ilan etti, geri aldı, Çin’inkini arttırdı. Her şey birbirine mi girdi yoksa bir düzen oluştu mu?
Ömer Taşpınar: Bir düzen oluşmadı henüz. Kaos ve belirsizlik devam ediyor. Trump, Çin dışındaki getirilen gümrük vergilerine 90 günlük bir moratoryum, duraklama ilan etti. Çin’le bu ticaret savaşı devam ediyor.  Vergiler %100’ün üzerine çıktı, galiba %125 civarında. Çin de ciddi bir misilleme yapıyor. Hatta ender toprak mineralleri dediğimiz bazı değerli madenler var, yüksek teknolojide, özellikle elektrikli araba baterilerinde ve bilgisayar çiplerinin yapımında kullanılıyor. Bunlar çok önemli madenler ve bu alanda da Çin’in bir üstünlüğü var. Gerek Afrika’da temasları gerek Asya’da, bu ender madenler üzerinde kurduğu bir nevi bir tekel var. Bunların Amerika’ya satılması konusunda bir engel getirdi. Çin de ticaret savaşını ciddi misillemelerle devam ettiriyor.
Hafta sonu burada karışıklığa daha fazla zemin veren bir gelişme daha oldu. Gümrük vergileri ile ilgili bir web sitesinde, Çin’e karşı getirilecek gümrük vergilerinde, bilgisayarlar, akıllı telefonlar, çipler, bazı yüksek teknoloji ürünlerinde, özellikle yapay zekada kullanılan bazı çiplerin, Çin’den gelişindeki gümrük vergilerinin artımına bir aralık vereceklerini söylendi. Çin’le teknolojik ürünlerde bir nevi bir istisna yaratmak konusunda bir anlaşma olduğu yönünde bir haber çıktı bu web sitesinde. Trump bunu yalanladı, o da bir karışıklık yarattı. Ticaret Bakanı Sonradan “Biz bunlara semi-conductorlar olarak ayrı bir kapsamda gümrük vergileri getireceğiz” dedi. Borsa yönünü bulamıyor. Amerikan borsası bunlara bakarak karar vermeye çalışıyor. Bu gümrük vergileri kalıcı mı yoksa Çin’le ticaret konusunda masaya oturmak ve pazarlık yapmak için Trump’ın kullandığı bir manevra politikası mı, bu konuda karar verememiş bir Amerikan borsası sistemi var.
Bu arada Merkez Bankası tabii faizi belirlemek zorunda. Dolar değer kaybediyor, Amerikan bonolarının fiyatları arttı. Normalde Amerikan hazine bonoları bütün dünyanın satın aldığı en emin yatırım unsuru olarak kabul edilirdi. Bütün ekonomik ve finansal krizlerde Amerikan bonolarına her zaman yüksek talep olur. Bu konuda da bir sorun yaşandı, o bonoların fiyatları arttı, çünkü şu anda Amerika’da bir risk var. Bir ara talepler düştü. Amerika’nın borçlanması bu bonolar sayesinde oluyor. Zaten çok borçlanmış bir Amerikan ekonomisi var. O bonolar bir panik yarattı, o panik nedeniyle zaten 90 günlük bir frene basma olayı oldu. Amerikan Merkez Bankası da bir şekilde faiz belirlemeye çalışacak. Şu anda faizleri sanki daha düşük tutma eğiliminde. Çünkü tüketici güven endeksi bayağı düştü. Amerikan ekonomisinde bir durgunluk olabilir.
Öte yandan, eğer bu vergiler kalıcıysa, önümüzdeki dönemde bir sürü ürünün fiyatı artacak, o da enflasyon demek. O zaman da Merkez Bankası’nın faizleri arttırması gerekiyor. Yani ‘’Faizleri düşürelim mi, arttıralım mı?’’ kararsızlığı içinde olan bir Merkez Bankası var. Dolar, dediğim gibi değer kaybediyor, petrol fiyatları da bir şekilde dünyadaki gidişata bağlı olarak düşebilir. O konuda Trump kendine pay çıkarıyor. Geçen sefer Suudi Arabistan’dan onu anlatmıştım. Bir şekilde petrol fiyatları düşecek gibi gözüküyor ki bu, Trump’ın istediği bir şey. Bir de, Trump faizlerin düşmesini istiyor tabii, ekonominin daha yüksek kalkınma hızı için. Sonuç olarak bir kaos devam ediyor diyelim. Zaten siyasette kaos mevcut; Trump’la her gün yeni bir kaos ortaya çıkıyor. Daha dün mesela Harvard Üniversitesi Trump’a dava açacağını söyledi. Çünkü Harvard Üniversitesi’ne yapılan 1 milyar dolarlık devlet sübvansiyonu kesiliyor. Bunun nedeni de Harvard’ın, Trump yönetiminin, üniversiteye fakülte elemanı ve hoca alımında getirmek istediği bazı şartları kabul etmemesi, üniversitenin özerkliğine müdahale etmesi. Bu konuda Harvard’la Trump arasında ciddi bir siyasi mücadele var. Amerika, her gün yeni bir skandalla ve yeni bir olayla Trump dönemine alışmaya çalışıyor diyelim.
Ruşen Çakır: Ömer, bu arada İran’la görüşmeler konusu var. Tabii sen çok daha yakından takip ediyorsun. Benim uzaktan baktığım kadarıyla, bir kere görüşmeler çok daha direkt, fena olmayan bir seviyede. Yani en alt düzeyde değil ve gelen mesajlar da genellikle olumlu seyrettiği yolunda. Ben mi yanılıyorum ya da yanlış kaynaklara bakıyorum?  Açıkçası, Trump’ın İran’la anlaşmayı düşünmediğini, yokuşa süreceğini ve saldırgan bir tutum izleyeceğini düşünüyordum, ama sanki bir anlaşma için çaba sarf ediyorlar gibi bir izlenim edindim, yanılıyor muyum?
Ömer Taşpınar: Yanılmıyorsun Ruşen. Trump’ın dış politikasına baktığımızda, üç büyük krizle mücadele eden, oralarda çözüm yolu arayan bir Trump yönetimi var. Trump daha göreve başlamadan, bu üç kriz için çok büyük vaatlerde bulundu, bunları bir şekilde çözeceğini iddia etti. Bunlar tabii ki birazdan konuşacağımız Rusya-Ukrayna, Gazze-İsrail ve İran meselesi. Bunların üçünde de Trump yönetimi iddialı başladı. Bu üçüne baktığımızda, aslında İran dosyası, şu geçen haftaki görüşmelerle belki de en olumlu giden, en hızlı ivme kazanan dosya ve önümüzdeki haftalarda belki Trump’a dış politikada bir başarı gerekecekse, bu, daha çok İran cephesinde olabilecek gibi gözüküyor şu anda. Ama burada da bir soru işareti var. Zira Umman’da yapılan görüşmelerde şu anda bir başarı varmış gibi gözüküyor. Ne görüşüldü? Bir kere İran yönetimi Dışişleri Bakanı seviyesinde gitti, Amerika ise ABD Ortadoğu Temsilcisi Steve Witkoff’u yolladı. Steve Witkoff, Trump’ın, Rusya, İsrail, Gazze ve İran ile ilgili görüşmelerde kullandığı tek adam haline geldi. Witkoff, New York’lu bir müteahhit aslında ve emlak piyasasında bilinen birisi, bu alanda bir sürü başarı kazanmış bir iş adamı ve Trump’la arasında çok iyi bir kimya var. Trump bunu seviyor ve hep bu adamı kullanıyor. Witkoff yanına Amerikan Dışişleri Bakanlığı’ndan kimseyi almadan, Putin’le tek başına görüşüyor. Steve Witkoff’un konulara ne kadar hâkim olduğu bilinmiyor.
Witkoff İran’la bu görüşmeleri yaptı ve benim duyduğuma göre, ilk görüşmeler endirekt yapılmış. Umman diplomasisi, Ummanlı diplomatlar arabuluculuk yapmış ve İran Dışişleri Bakanı, Steve Witkoff’un şartlarını anlamaya çalışmış. En sonunda da genelde bir çerçevede anlaştıkları için el sıkışmışlar ve görüşmelere önümüzdeki haftalarda Roma’da devam etme kararı vermişler. Şu anda anlaştıkları şey önemli. Anlaştıkları şey aslında İran’ın bu uranyum yoğunlaştırma projesine bir çizgi çizmesi ve atom haline gelebilecek dereceye çıkarmaması. İran zaten bu dereceye gelmiş durumda ve yapılan birçok tahmine göre şu anda elinde, yaklaşık 6 tane silah yapabilecek, yani atom bombası oluşturabilecek kadar da yoğunlaşmış uranyum var. Dolayısıyla, bunların bir şekilde geri adımlarla daha düşük seviyeye indirilmesi ve uranyumun yoğunlaşma seviyesinin kontrol edileceği seviyede denetleme mekanizmasının kurulması. İran yönetimi bu konuda Amerika’nın nasıl bir tepki göstereceğini merak ediyordu. Çünkü Amerika’da Washington’da konuşulan şey, İsrail’in istediğiydi. İsrail’in bu uranyum meselelerinde istediği şey, herhangi bir uranyum yoğunlaşma konusunda nükleer merkezlerde bir indirime gidilmesi değil, bunların sökülüp atılması, bir şekilde yok edilmesi. Bu nükleer merkezlerin, uranyum yoğunlaştırma projesinin, sanki yapılmamış gibi yok edilmesi. Sıfır tolerans. İsrail bunu istiyor.
Burada bir kafa karışıklığı var. Steve Witkoff dün geldi, FOX televizyonuyla bir söyleşi yaptı. Orada “Bizim önerdiğimiz şey kontrol altına alınması, düşük yoğunlukta tutulması ve denetim mekanizmasının Birleşmiş Milletler tarafından değil, Amerika tarafından kurulması” açıklamasını yaptı. Bu zaten bir bakıma 2015’te Obama’nın İran’la yaptığı nükleer anlaşmaya çok benziyor. O anlaşmada da uranyum yoğunlaştırılması kontrol altına alınacaktı, o anlaşmada da balistik füzeler ve İran’ın bölgedeki direniş cephesine olan yardımı, bir şekilde dışarıda tutulmuştu. Anlaşma sadece nükleer konuya odaklanmıştı. Halbuki İsrail’in şu anda istediği hem nükleer konuda sıfıra indirilmesi, yani bunun sökülüp atılması, balistik füzeler konusunda da Hizbullah’a, Hamas’a Husilere yapılan yardım konusunda da İsrail’in bir bakıma neredeyse pes etmesi. İsrail bu konularda tam bir kapitülasyon istiyor. Aslında baktığımızda Amerika, Trump yönetimi İran’a çok daha esnek davranıyor diyebiliriz. Bu da gösteriyor ki, Trump aslında bir an evvel İran’la bir anlaşma içine girmeye çalışıyor.
Fakat burada memnun olmayan İsrail ve İsrail’in Amerika’yı zorlama ihtimali de çok yüksek. Dün sabah Beyaz Saray’dan bir açıklama geldi, ‘’Roma’da görüşmelerimizde şartları daha sertleştireceğiz diyorlar. Bir şekilde İsrail’in de kabul edebileceği bir yere çekmeye çalışacaklar. Ama öyle gözüküyor ki 8-9 yıllık bir aradan sonra tekrar Obama dönemindeki anlaşmaya doğru bir ivme kazanılmış durumda. Bu, bölgedeki ülkelerin, Suudi Arabistan’ın, Birleşik Arap Emirlikleri’nin bir bakıma kabul edebileceği bir durum. Onlar İran’la bir diplomatik çerçevede anlaşmak istiyorlar, ama İsrail’in pek kabul edebileceği bir durum değil. Bakalım Trump bunu nasıl satacak? Çünkü kendisi, Obama’nın yaptığı anlaşma için dünyanın en kötü anlaşması olduğu söylüyordu. Bu arada Trump yönetimi karşılığında ne verecek? Tabii ki yaptırımların azaltılması. Zaten Obama yönetimi de bunu yapmıştı; ekonomik yaptırımları azaltmıştı. Yani bir şekilde İran’a finansal yaptırımlar azaltılacak, İran’a daha fazla para girebilecek, daha fazla petrol satabilecekler. Bu konuda bir esneklik getirecek. Tahmin ediyorum ki Trump bunu Amerikan halkına ve bölgeye satmaya çalışacak. Daha önce Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması’nda (NAFTA) da aynı şey yapmıştı. Birinci döneminde “Dünyanın en kötü anlaşması” demişti Trump.  Sonra, yine ona çok benzer bir anlaşma imzaladı ve “Bu seferki anlaşma çok daha iyi” dedi. Hâlbuki bütün uzmanlar iki anlaşma arasında çok ciddi bir fark olmadığını kabul ediyordu. Trump açısından bence şu anda İran’daki gidişat, en azından savaşın olmayacağı ve bir diplomatik başarının gelebileceği bir gidişat.

Ruşen Çakır: Peki esas, geride kalan ve biraz unutulur gibi olan, Rusya ile Ukrayna arasındaki büyük savaş. Trump’ın en büyük iddiası oradaydı ve onun daha hızlı çözülmesi bekleniyordu. Şu anda sanki çok fazla konuşulmuyor gibi, Orada ciddi birtakım ilerlemeler var mı?
Ömer Taşpınar: Cephede çok ciddi trajediler var. Rusya Sumi şehrine bir füze saldırısında bulundu ve 40’a yakın kişi öldü. Sonra iki gün önce Zelenski’nin şehri olan yerde, bir çocuk parkına bir füze düştü ve orada da 19 kişi öldü, bunların çoğu çocuktu. Rusya, en azından enerji ve altyapı merkezlerine saldırı yapılmayacağı yönünde, 30 günlük bir moratoryum, bir duraklama vermişti. Ama bu sözünü tutmadı ve saldırmaya devam etti. Bırak enerjiyi, doğrudan sivillere bile saldırıyor ve Rus yönetimi bunları askeri hedefler olarak gösteriyor. Ortada ölen neredeyse 60-70 sivil var, fakat bunlar askeri hedefler olarak gösteriliyor. Ukrayna da kaybettiği Kursk bölgesinde ve Rusya toprakları içinde insansız hava araçlarıyla saldırılarda bulunmaya çalışıyor. Ortada 30 günlük bir ateşkes olmasına rağmen, ateşkes filan yok, savaş tüm yoğunluğuyla devam ediyor. Trump arada sırada Putin’e kızdığını belirtecek açıklamalarda bulunuyor ve “Belki de ben onlara daha fazla yaptırım uygulayacağım” diyor. Bu Avrupa’da da bir anda ‘’işte bakın, Trump Putin’e karşı sert konuşabiliyor’’ gibi bir ümit yaratıyor, ama nihayetinde gene Steve Witkoff’un yürüttüğü bir süreç bu.
Steve Witkoff da Amerikan basınına yaptığı açıklamalarda Putin’in konuşma notlarını birebir tekrarlıyor. “Burada taviz vermesi gereken Ukrayna. Nihayetinde bu savaşı zayıf olan Ukrayna, Rusya’yı provoke ederek başlattı. Böyle zayıf bir ülkenin bunu yapmaması gerekirdi. Zaten ülkenin yarısı, doğu tarafı Rusça konuşuyor. Oradaki insanlar zaten Rus kökenli, Rusça biliyorlar. Kırım ve Luhansk, Donetsk ve Zaporizhia bölgelerinin Rusya’ya kalması kaçınılmaz” diyor. Yani Putin’in tezlerini tekrar eden bir Stephen Witkoff var. Nihayetinde de “Bizim açımızdan önemli olan Rusya’yla ekonomik ve diplomatik ilişkileri tekrar masaya oturtmak, bunları tekrar düzlüğe çıkarmak. Rusya ile Amerika’nın birbiriyle konuştuğu ve ticarete tekrar devam ettiği bir dünya, Çin’le mücadelede daha başarılı olacaktır” diyor. Bunlara baktığımızda, Trump yönetiminin Putin üzerinde ciddi bir baskı kuracağı yok gibi gözüküyor. Dolayısıyla iş dönüp dolaşıp bir bakıma Avrupa’ya kalıyor.

Ruşen Çakır: Tam da bunu soracaktım. Bütün bu süreçte, Trump geldiğinden beri dünyadaki en büyük kırılmalardan birisi transatlantik ilişkiler, değil mi? Daha önce de bunu çok konuştuk, hatta ‘’bizden başka transatlantik kalmadı’’ diye şaka yapmıştık. Bu ciddi bir olay değil mi? Mesela Almanya’da yeni kurulacak olan merkez koalisyonu da herhalde böyle bir pozisyonda. ABD ile Avrupa’nın arasının açılması, özellikle Avrupa’nın ABD’ye güvenmemesi, değil mi? Trump ilişkilerini pek güven üzerine kurmuyor, al-ver üzerine kuruyor, ama Avrupa’da daha çok bir güven ve öngörü arıyorlar gibi geliyor bana. Trump’ın bugün ve yarın ne yapacağını kestiremedikleri için de çok büyük bir endişe var sanki.
Ömer Taşpınar: Kesinlikle öyle. Bir de en başta konuştuğumuz ticaret Savaşında da Avrupa’nın geldiği yer önemli; onlar da misilleme yapmak istiyorlar. Şu ana baktığımızda, Avrupa-Amerika transatlantik ilişkileri, stratejik açıdan, Ukrayna nedeniyle tam bir çıkmaza girmiş durumda. Ekonomik açıdan gümrük vergileri nedeniyle çıkmaza girmiş durumda. Bu durumdan en çok yararlanan ülke, şu anda Çin gibi. Çin’in yakında Avrupa’ya bazı jestler yapması beklenebilir ve şu ortamda, Fransa ve İngiltere, iki tane güçlü ordusu olan NATO ülkesi olarak, ‘’Ukrayna’ya bir askeri garantör güç yollayabilir miyiz?’’ projesi içindeler. Almanya bunun içinde yok. Çünkü Almanya’nın kurmuş olduğu askeri güç, İngiltere ve Fransa gibi asker çıkarabilecek ve güçlü şekilde girebilecek konumda değil. Almanya bu konuda geriden geliyor. Bu nedenle de Almanya’nın çok daha ciddi bir bütçe ayarlaması gerekiyor. Bu yeni Hristiyan Demokrat Birliği Merz yönetimi, borçlanma sınırını bir şekilde yükseltme, hatta savunma harcamalarında ve içinde teknolojik yatırımların da olduğu stratejik harcamalarda, borçlanma sınırından vazgeçme kararı almış durumda. Biliyorsun borçlanma Almanya’nın tarihinde çok ciddi bir tabu. Almanya borçlanmak istemeyen, genelde mali politikalarını çok sıkı tutan bir ülke. Şu anda ekonomi ve finans konularında daha kemeri açacak bir şekilde, daha ciddi para harcayacak bir Almanya karşımıza çıkıyor gibi. Onlar da uzun dönemde Avrupa’nın savunma gücüne katkıda bulunacaklar. Fakat şu anda bu burada önde giden ikili, daha çok Fransa ve İngiltere. Bu arada Polonya’yı da hiç yabana atmamak lazım. Polonya da %5’in üzerinde harcamayla, savunma harcamalarını çok arttırmış durumda.
Son olarak, ‘’Türkiye burada nereye düştü?’’ diye bakalım. Türkiye bu Avrupa savunma tartışmalarında ivme kazanmıştı, birçok toplantıya da davet edilmişti. Fakat bu İmamoğlu meselesi yavaş yavaş bazı jeostratejik sonuçlar da doğurmaya başlıyor. Türkiye’nin içeride yaşadığı sorunlar ve Erdoğan’ın eski otoriter alışkanlıklarından kurtulmaması, şu anda Türkiye’nin önünde ciddi bir fırsat olarak duran Avrupa ile ilişkileri düzeltme ivmesini de götürdü. Hatta Polonya gibi ülkeler, Avrupa Birliği ile tekrar görüşmelere başlasın, Türkiye’nin Avrupa Birliği konusu masaya getirilmeli demişlerdi. Bence, Türkiye Ukrayna ile beraber Avrupa Birliği’ne tekrar girme gibi bir vizyonla çıkabilirdi. Ama şu anda Avrupa basınında artan oranda İmamoğlu’na bir ilgi var ve Türkiye’deki otoriter gidişat, bu Avrupa savunma konuşmalarında, Türkiye’nin eski ivmesini ve momentumunu aratıyor. Türkiye, Avrupa Birliği ve Avrupa ile stratejik ilişkilerinde bir fırsat kaçırıyor. Hep ‘’Erdoğan aslında çok rahat, dış politikada, Ortadoğu’da Trump’la ilişkileri, Suriye konusunda. Avrupa’da da muhtaç diyoruz. Ama nihayetinde ‘’Biz Türkiyesiz bir şey yapamayız’’ diyecek bir Avrupa da yok. Eğer Türkiye böyle bir otoriter kulvarda giderse, Macron mesela bir çizgiyi çiziyor gibi gözüküyor. Türkiye Almanya’yla ne kadar devam edebilir emin değilim. Ama Türkiye’nin bir fırsat kaybettiği ve dış politikada da İmamoğlu operasyonunun bir bedeli olduğu bence yavaş yavaş ortaya çıkıyor.

Ruşen Çakır: Bugün İmamoğlu’nun Financial Times’da yazısı çıktı. Başka yerlerde de çıkıyor. Anladığım kadarıyla sadece İngilizce değil, başka dillerde de olacak. Yavaş yavaş dünya bunu gündemine almaya başladı sanki. En son olarak şunu soracağım: Fatih Altaylı bugün bir Amerikalı kaynağına dayandırarak, Trump’ın Körfez’e gittiği zaman, Türkiye’ye gidip gitmeyeceğini veya uğrayıp uğramayacağını sormuş. Kaynağı da “Evet Türkler istiyor ama Trump sokak gösterileri olduğu için Türkiye’ye gitmek istemiyor” demiş. Böyle bir şey sana gerçekçi geliyor mu? Nisan ayında biraz azaldı gibi ama yine de liseliler ve üniversiteliler sokaklarda, bir hareket halen var, CHP mitingler yapıyor. Böyle bir gerekçeyle Türkiye’ye gelmek istememesi diye bir şey sana mantıklı geliyor mu?
Ömer Taşpınar: Pek gelmiyor. Bir ülkede otoriter bir gidişat var, halk şikâyet ediyor diye Trump’ın gitmek istememesi, bence söz konusu değil. Bir sürü başka nedenlerle, takvim nedeniyle, ayrılabilecek ülkeler ya da hangileri daha önemli meselesi gibi kriterlere bakarak karar veriyordur. Suriye meselesinde Türkiye’nin ön aldığı ortada. Trump’ın gözünde Türkiye’nin rolünün önemli olduğu belli. Fakat Erdoğan’ın yanındayken Ahmet eş-Şara ile görüşmesi gibi bir senaryo belki Trump’ın da hoşuna gidebilirdi. “Suriye’de asıl kazanan Türkiye” diyor hep ve Erdoğan’la beraber gözüküp, Ahmet eş-Şara’yla beraber olmak, onunla ilk görüşmesini Erdoğan’ın olduğu bir ortamda yapmak işine gelebilirdi. Fakat benim duyduğum kadarıyla, Suudi Arabistan’daki bir Arap Zirvesi çerçevesinde, zaten bir sürü Arap lideri, Trump’ın geçmişte 2017 yılında yaptığı birinci ziyaretinde olduğu gibi, yine Riyad’a gelecekler. Ahmet eş-Şara’nın da Riyad’a gelme ihtimali yüksek. Orada sanki Suudi Arabistan’ın düzenlediği bir diplomatik çerçevede Suriye lideriyle görüşecekmiş gibi geliyor.
Türkiye şu anda Trump yönetimi için bir ziyaretin yapılacağı kadar da kritik durumda değil. Suudi Arabistan, İsrail, belirli açılardan Suriye ve Birleşik Arap Emirlikleri ile görüşmek istemesi, silah alımları nedeniyle önemli. Bahsettiğimiz rakamlar inanılmaz rakamlar. Suudi Arabistan’la 1 trilyon dolardan bahsediliyor. Dolayısıyla bunlarla görüşmek istemesi normal. Türkiye o kadar gündemde değil benim gördüğüm kadarıyla. Nitekim, Trump ortaya Türkiye’nin İsrail’le bir şekilde barışması gibi bir fikir attığında, Türk yetkililer, Azerbaycan’da, İsrail’de bir araya gelip görüşmelere başlıyorlar. Burada Amerika da biraz devreye girmeye çalışıyor. Bence Trump’ın uzun dönemde görebileceğimiz stili şöyle olabilir: Gazze’deki durum biraz durgunlaşırsa, Erdoğan’la Netanyahu’yu kendisi bir araya getirmek isteyebilir, bunu Amerika’da yapmak isteyebilir. Bunların ikisini çağırıp “Ben arabuluculuk yapıyorum” diyerek, barışa bir katkı olarak bu tür şeyler düşünüyor olabilir. Toparlamak gerekirse, ‘’Türkiye’de sokak gösterileri var diye Trump gelmez’’ yorumu bana çok mantıklı gelmiyor. Türkiye’nin ikinci planda kalmasına neden olan daha ciddi jeostratejik sebepler var.

Ruşen Çakır: Ömer, çok teşekkürler. ‘Transatlantik’i burada noktalayalım. Gönül’e de buradan selamlarımızı iletelim. İzleyicilerimize de çok teşekkür edelim. Haftaya buluşmak üzere, iyi günler.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
27.04.2025 Türkiye Venezuela olur mu?
23.04.2025 Transatlantik: İran'la nükleer müzakere | Harvard Trump'a direniyor
20.04.2025 Ben mi iyimserim yoksa siz mi kötümsersiniz?
19.04.2025 Birinci ayında 19 Mart: Bundan sonra neler olabilir?
18.04.2025 CHP mucizesi
18.04.2025 19 Mart partileri ve liderleri nasıl etkiledi? | Burak Bilgehan Özpek anlattı
18.04.2025 Haftaya Bakış (263): Cumhur İttifakı'nın geleceği | 19 Mart'ın bilançosu | Kanal İstanbul yeniden gündemde
18.04.2025 Mehmet Şimşek'in koltuğunu kim sallıyor? Ümit Akçay anlattı
17.04.2025 Nezih Onur Kuru yanıtladı: 19 Mart seçmende neyi değiştirdi?
17.04.2025 Troller “CHP’ye kayyum” konusunda neden ve nasıl çuvalladı?
27.04.2025 Türkiye Venezuela olur mu?
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı